T.C. Mİllî Eğİtİm BakanlIğI
ÇANAKKALE / BİGA - Sakarya İlkokulu

REHBERLİK HİKAYELERİ

Rehberlik Hikayeleri ile  düşünün ve karar verin..

 

     BÜYÜK TAŞLAR (Zaman Yönetimi)

 

Profesör sınıfa girip karsısında duran dünyanın en seçilmiş öğrencilerine kısa bir süre baktıktan sonra, "Bugün Zaman Yönetimi konusunda deneyle karışık bir sınav yapacağız" dedi. Kürsüye yürüdü, kürsünün altından kocaman bir kavanoz çıkarttı. Arkadan, kürsünün altından bir düzine yumruk büyüklüğünde tas aldı ve taşları büyük bir dikkatle kavanozun içine yerleştirmeye başladı. Kavanozun daha başka tas almayacağına emin olduktan sonra öğrencilerine döndü ve "Bu kavanoz doldu mu?" diye sordu.

 

Öğrenciler hep bir ağızdan "Doldu" diye cevapladılar. Profesör "Öyle mi?" dedi ve kürsünün altına eğilerek bir kova mıcır çıkarttı. Mıcırı kavanozun ağzından yavaş yavaş döktü. Sonra kavanozu sallayarak mıcırın taşların arasına yerleşmesini sağladı. Sonra öğrencilerine dönerek bir kez daha "Bu kavanoz doldu mu?" diye sordu. Bir öğrenci "Dolmadı herhâlde" diye cevap verdi. Doğru" dedi profesör ve gene kürsünün altına eğilerek bir kova kum aldı ve yavaş yavaş tüm kum taneleri taslarla mıcırların arasına nüfuz edene kadar döktü. Gene öğrencilerine döndü ve "Bu kavanoz doldu mu?" diye sordu. Tüm sınıftakiler bir ağızdan "Hayır" diye bağırdılar. "Güzel" dedi profesör ve kürsünün altına eğilerek bir sürahi su aldı ve kavanoz ağzına kadar doluncaya dek suyu boşalttı.

 

Sonra öğrencilerine dönerek "Bu deneyin amacı neydi" diye sordu. Uyanık bir öğrenci hemen "Zamanımız ne kadar dolu görünürse görünsün, daha ayırabileceğimiz zamanımız mutlaka vardır" diye atladı. "Hayır" dedi profesör, "bu deneyin esas anlatmak istediği eğer büyük taşları bastan yerleştirmezseniz küçükler girdikten sonra büyükleri hiç bir zaman kavanozun içine koyamazsınız" gerçeğidir". Öğrenciler şaşkınlık içinde birbirlerine bakarken profesör devam etti: "Nedir hayatınızdaki büyük taşlar? Çocuklarınız, eşiniz, sevdikleriniz, arkadaşlarınız, eğitiminiz, hayâlleriniz, sağlığınız, bir eser yaratmak, başkalarına faydalı olmak, onlara bir şey öğretmek!

 

Büyük taşlarınız belki bunlardan birisi, belki bir kaçı, belki hepsi. Bu aksam uykuya yatmadan önce iyice düşünün ve sizin büyük taşlarınız hangileridir iyi karar verin.

 

Bilin ki büyük taşlarınızı kavanoza ilk olarak yerleştirmezseniz hiç bir zaman bir daha koyamazsınız, o zaman da ne kendinize, ne de çalıştığınız kuruma, ne de ülkenize faydalı olursunuz. Bu da iyi bir is adamı, gerçekte de iyi bir adam olamayacağınızı gösterir" Profesör, ders bittiği hâlde konuşmadan oturan öğrencileri sınıfta bırakarak çıktı gitti...

Yukarıdaki gerçek hikâye Kellog Business School´da (Northwestern Üniversitesi) Is İdaresi mastır öğrencileri ile Zaman Yönetimi dersi profesörü arasında geçer...

----------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------

 

 

ÇALIŞMA VE SABIR...

 

Bambu Çinliler bu ağacı şöyle yetiştirir: 

 

Önce ağacın tohumu ekilir, sulanır ve gübrelenir.  

 

Birinci yıl tohumda herhangi bir değişiklik olmaz. Tohum yeniden sulanıp gübrelenir. Bambu ağacı ikinci yılda da toprağın dışına filiz vermez.  

 

Üçüncü ve dördüncü yıllarda her yıl yapılan işlem tekrar edilerek bambu tohumu sulanır ve gübrelenir. Fakat inatçı tohum bu yılda da filiz vermez.  

 

Çinliler büyük bir sabırla beşinci yılda da bambuya su ve gübre vermeye devam ederler.  

 

Ve nihayet beşinci yılın sonlarına doğru bambu yeşermeye başlar ve altı hafta gibi kısa bir sürede yaklaşık 27 metre boyuna ulaşır.  

 

Akla gelen ilk soru şudur: Bambu ağacı 27 metre boyuna altı hafta da mı yoksa beş yıl altı haftada mı ulaşmıştır?  

 

Bu sorunun cevabı tabii ki beş yıl altı haftadır.  

 

Her şeyde olduğu gibi topluma yönelik çalışmalarda da başarının şartları her zaman çok basittir; 

 

 Çalışın, Sabredin, Her zaman başaracağınıza inanın Ve her zaman ileriye doğru bakın...

---------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------

 

İNSANLAR HAKKINDA HÜKÜM VERİRKEN

 


Bilgeliğine şüphe duyulmayan bir adam çocukların hayat boyu sürecek bir ders vermek istiyordu. Oğullarının öncelikle insanlar ve hayatta hemen her konuda çabuk hüküm ve karar vermenin yanlışlığını öğretmek istiyordu.
Bir gün dört oğlunu yanına çağırdı. En büyük oğluna, ülke dışını kış mevsiminde çıkıp bir mango ağacını görüp incelemesini istedi. Daha küçük oğluna bahar mevsiminde yolculuğa çıkıp bir mango ağacını görüp incelemesini istedi. Üçüncü sırdaki büyük oğluna da yaz mevsiminde yola çıkıp göreceği mango ağacını iyice incelemesini istedi. Oğullarının en küçüğüne ise sonbaharda yolculuğa çıkıp göreceği mango ağacını incelemesini söyledi. Mevsimler geldi geçti ve bütün oğulları yolculuklarını tamamladılar. Bilge baba bütün çocuklarını yanına çağırdı ve:
- Haydi, şimdi de görüp incelediğiniz mango ağacının özelliklerini bana anlatın, dedi.
Kışın yolculuğa çıkan en büyük oğlu:
- Baba, ağaç sanki yanmış, kuru bir kütük gibiydi.
Ondan daha küçük olan, bahar mevsiminde yolculuğa çıkan oğul söze başladı ve: -Ağabeyim dediği yanlış, ağacın yemyeşil yaprakları her tarafını sarmıştı, dedi.
Üçüncü sıradaki oğul ise ağabeylerine itiraz ederek,
- Sizin söylediğiniz gibi değildi, dedi, ağaç gül gibi güzel çiçeklerle donanmıştı.
Sıra en küçüğüne gelişti, o bütün ağabeylerine itiraz etti ve:
- Siz hepiniz ne gördünüz bilmiyorsunuz, ağacın meyveleri vardı, ben tattım, tadı armudun tadına benziyordu, ağaçta armut ağacına benziyordu, dedi.
Şimdi konuşma sırası bilge babaya gelmişti. Bilge baba konuşmaya başladı ve şöyle dedi:
-Oğullarım, aslında hepiniz doğru söylüyorsunuz. Çünkü ağacı ayrı mevsimlerde gördünüz. İşte size hayat boyu aklınızda bulunması için öğüdümü vermek istiyorum: İnsanların hal ve tutum ve davranışları hakkında hüküm verirken, o insanların her mevsimini, her yönünü bilip bilmediğinizden iyice emin olduktan sonra karar verin!..

 

--------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------

 

 

 

SEVİLMEK İÇİN RANDEVU


Uykusunun baldan tatlı olduğu sabahlarda, melek öpüşlerle uyandırılmaz olur. Anne bağırır:
"Çabuk ol servisi kaçıracaksın!"

Baba kükrer:

"Ne yatmasını biliyorsun, ne kalkmasını!"

Sabahları günesin doğuşunu bilmez çocuk. Hiç aydınlanmadan kalkar içi. Taze bir sabah, bayat bir günün devamıdır çok zaman.

Her sabah adına yuva denen, adına kreş denen o yere bırakılır. Başkalarının annesinde, kendi annesinin hasretini çeker gün boyu. Sabahın köründe „benim annem ne zaman gelecek“ diye gözyaşları eker solgun yüzüne dizi dizi.

Aksam ne uzundur. Yuva nice gürültülü.

Sevgilerini konuşurlar efkarlı saatlerde.

„Benim babam beni çok seviyor.“

„Hayır, benim babam beni daha çok seviyor.“

„Hadi oradan, beni hem babam hem annem daha çok seviyor.“

Başkalarının babası kendi çocuklarını çok severse, sanki kendi babalarının sevgisi azalacakmış gibi kavga ederler. En çok sevilen olmaktır tutkuları. Her pazartesi ne kadar sevildiklerinin ispatini yapmaya koyulurlar.

„Benim babam beni hamburger yemeye götürdü.“

„Biz hem hamburger yemeye gittik, hem de Luna parka gittik.“

„N`apalim. Benim annem beni sinemaya götürdü. Arslan Kral filminde ağladık annemle birlikte.“

„Kızlar ağlar zaten. Ağlamanın neresi eğlenceli?“

„Biz babamla maç ettiğimiz zaman çok eğleniyoruz.“

„Benim babam benimle değil, arkadaşlarıyla maç etmeye gidiyor.“

„Bak demek ki benim babam beni daha çok seviyor. Bi kere biz ikimiz, yani babamla ben, maç ediyoruz.“

Pazartesileri hep böyle geçer.

Herkes kendi babasının en sevgili baba olduğunu ispat etmeye çalışır. Öteki çocuklar yeni sevgi ispatlarını ortaya koydukça içini bir ürperti kaplar. Başkalarının babası çocuklarını daha çok mu seviyordur acaba? O reklam gelir aklına. Kahrolası reklam. „Evinizi seviyorsunuz, arabanızı seviyorsunuz... Beni sevmiyor musunuz?“

İnanmak üzeredir onu sevmediklerine. Arka koltuğa gazoz döktü diye ne çok bağırmıştı babası. Ama olsun, arkadaşlarına bunu anlatmazsa eğer, babasının arabasını kendisinden çok sevdiğini nereden bilecekler.

Keşke her Pazartesi en sevilen evlat oyununu oynamak zorunda kalmasaydı. Bunun için Pazartesileri hep hasta numarası yapması. Uyanamaması. En sevilen çocuk olmak yarışması, bilseniz ne kadar zor diyebilse bir gün, her şey ne kadar kolay olacak.

Oyunu değiştirebilirdi. Bu oyunun mağlubu olduğunu arkadaşları öğrenecek diye her Pazartesi karanlık bir kuyu olmazdı o zaman. Herkesin annesinin ve babasının ne kadar iyi anne baba olduğu, çünkü onlara ne çok pahalı oyuncak aldıklarının konuşuldukları bir sıra „beni anneannem çok sever“ diye bağırıverdi. Sustu arkadaşları. Söyleyebilecek bir şey bulamadılar bir an.

Akın boynunu büküp „benim anneannem yok“ dedi.

Üzüldü o zaman. Ama geri dönemezdi. „benim anneannem beni çok sever. Masal anlatır bana. Yaramazlık yapınca `dayında böyleydi` der gülerek.“

Arkadaşları ne kadar dinliyor diye sustu birden. Kendisine doğru yönelmiş meraklı bakışları keyifle seyretti.

Ağızları açık „Ee sonra?“ diyorlardı.

„Sever beni. Masal anlatır. Hiç susturmaz beni. Ben konuştukça güler. Hay çocuk der. Sen beni güldürdün. Allah da seni güldürsün, der.“

Herkes bir masal büyüsü ile dinlerken onu, anneannesini öteki çocuklarla paylaştığını düşünüp susuverdi.

Üsteledi arkadaşları. „Hadi anlatsana!“ dediler.

Top havuzuna doğru koşup „Herkesin anneannesi kendine“ diye bağırdı.

Akın itiraz etti. Hiç olmazsa arkadaşının anneannesinde tatmadığı bir duyguyu tadacağını düşünürken ne diye oyunbozanlık yapıyordu. Kızdı. „`Herkesin babası kendisine` demiyordun ama!“

Duymazlığa geldi. Anneannesini hiç kimselerle yarıştırmak istemiyordu, iste o kadar.

Aksam çabuk oldu. Bu oyunu kazanmıştı. Muzaffer bir komutan edasında dolaştı bütün gün. Artik annesine neden Pazartesileri yuvaya gitmek istemediğini anlatabilirdi. Yorganın altına saklanmazdı bundan böyle. Her Pazartesi anneannesinden bir demet yapıp götürürdü.

Kapıdan içeri girer girmez neşeyle bağırdı: „Anne biliyor musun bugün yuvada ne oldu?“

„Görmüyor musun? Telefonla konuşuyorum.“

Hiç kimsenin sevdiği şey birbirine benzemiyordu. Annesi telefonu, babası arabayı seviyordu. Her şey erteleniyordu telefon ve araba söz konusu olduğunda. Bir de eve misafir gelecek oldumu kendisine hiç yer kalmıyordu. Nerelere gitsindi?

Annesi kapattı telefonu. Mutfaktan tencere kaşık sesleri geliyordu. Koşarak yanına gitti.

„Sana yardim edeyim mi?“ dedi en sevimli halini takınarak. Annesi manalı manalı baktı.

„Hayırdır. Bir yaramazlık filan. Bak bir de seninle uğraşmayayım. Çok yorgunum zaten.“

Yorgunluk nasıl bir şeydi. Bazen elinde oyuncağıyla uykuya daldığında anneannesi oyuncağı yavaşça elinden alır „Nasıl yorulmuş yavrucak. Uykunun gül kokulu kolları sarsın seni“ diyerek alnına bir öpücük konduruverirdi.

Yorgunluk gül kokulu bir uykuya dalmaksa eğer, ne diye annesi kendisiyle böyle kızgın kızgın konuşuyordu.

„Anneciğim yorulduğun zaman gül kokulu uykulara dalarsın. Anneannem öyle söylüyor.“

„Uykuya dalayım da gül kokuları kusur kalsın. Yorgunluktan ölüyorum.“

Bu kelimeden nefret ediyordu. Yorgunum. Yorgun olduğumdan. Böyle yorgun yorgunken...

„Anneciğim sen yorulma diye...“

„Yemekte konuşuruz çocuğum. Bankada isler yetişmedi. Baban gelene kadar bunları bitirmem lazım. Hadi sen oyna biraz.“

„Hani siz yoruluyorsunuz ya...“

„Eeee....“

„Ben de oynamaktan yoruluyorum.“

„Ne yapayım?“

„Bilmem...“

Yapılmaması gerekenleri biliyordu da büyükler, yapılması gerekenleri hiç bilmiyorlardı.

Işıklar söndü birden. Annesi öfkeyle söylenmeye başladı. „Mum da yok“ diye diye karıştırdı dolapları el yordamı.

Çocuk sırtüstü yatıp, anneannesinin köyünü düşündü. Gaz lambasının ışığında deli tavsan masalını anlatışını. Deli tavşanın duvardaki aksini getirdi gözlerinin önüne. Anneannesi gibi iki ellerini birleştirip işaret parmaklarını yukarı kaldırarak tavsan kafası yaptı. „bak deli tavsan“ diyerek parmaklarını oynattı. Yoldan gecen arabaların farları duvardaki tavsana yol açtı. Tavsan alabildiğine hür dolaştı sağda solda. Otlarla kuşlarla konuştu. Sonra yorgun düştü. Duvardaki görüntü o minik avuçların açılmasıyla kayboldu. Kolu yavaşça kanepeden aşağı sarktı.

Neden sonra ışıklar geldi. Kadın çocuğun hiç konuşmadığını akıl etti birden. Kanepeye koştu. Küçücük dizlerini karnına doğru çekerek uykuya dalmıştı.

Masanın üstündeki dosyalara baktı iğrenerek. Dindirilmez bir pişmanlık doldurdu içini. Uyandırmaktan korka korka küçük alnına bir öpücük kondurdu. Çocuk sanki bu öpücüğü bekliyormuşçasına „İşin bitince beni sever misin anne?“ dedi.

Kadın, sevilmek için randevu alan çocuğuna bakarak sabaha kadar ağladı.      ALINTIDIR…

 

 

 

Paylaş Facebook  Paylaş twitter  Paylaş google  Paylaş linkedin
Yayın: 01.01.2015 - Güncelleme: 06.01.2015 13:51 - Görüntülenme: 2982
  Beğen | 2  kişi beğendi